Kategoriler
Düşünce

Şimdi lütfen gidin ve hayallerinizi tekrar gözden geçirin

Okurken dinleyin;

Hepimizin hayatında “en mutlu olduğum an” veya “hayatımın en mutlu olayı şuydu” dediğimiz durumlar muhakkak vardır. Bu durumlar çeşitlilik gösterebileceği gibi çoğunlukla öteden beri hayalini kurduğumuz bir şeyin gerçekleşmesi veya bir olayın vuku bulmasıdır bu anlar. Yaşamımıza çok derinden dokunurlar, kişiliğimizi etkileyip bizi değiştirebilirler, hatıralarımızın en güzelini oluştururlar, hatırladığımız her an yüzümüze kocaman bir gülümsemenin konmasına neden olurlar ve bunlar bir insanın hayatındaki en özel olan anlardır. İşte bu yazının konusu da benim için, 36 yıla yaklaşan yaşamımdaki en mutlu anım dediğim hatıram.

1999 yılının başlarındayız. İzmir’in en soğuk olduğu dönemler. Liseden mezun olmamın üzeriden yaklaşık 7 ay geçmiş ve ben ilk üniversite sınavı denememde herhangi bir üniversiteyi kazanamadığım için tekrar ÖSS’ye hazırlanmak adına hafta içi dershaneye gidiyorum. Bu arada sınava hazırlanmak için yaptığım şey yine sadece dershaneye gitmek ve arada bir ders konularına üzerinden şöyle bir bakmak. O yıl hayatımda sınavla birlikte Metallica ağırlıklı Heavy Metal dinlemek ve bilgisayar oyunlarının altın yılı olmasıyla daha da tetiklenmiş oyun çılgınlığım önemli bir yer kaplıyordu.

Evet Metallica, o efsanevi Thrash Metal grubu. Load ve Reload gibi çoğu Metallica hayranı tarafından çok eleştirilmiş iki albümünden sonra 23 Kasım 1998 tarihinde 8. albümleri olan Garage Inc. albümünü piyasaya sürmüş grup. (Tüm dünyada aynı gün piyasaya sürülmüştü ve ben 23 Kasım sabahı kahvaltımı yapar yapmaz gidip albümü almıştım. Metallica’nın o zamanlar benim için olan anlamını biraz daha vurgular sanırım bu olay.) Her anıma sirayet etmişti bu grup. Evde kasetçalarımla; sokakta, otobüste, kafede walkmanimle adeta benimle birlikte yaşayan bir organizmaydı.(Emektar Sony marka walkmanim şu dünyada en çok Metallica dinlenmiş walkman olabilir. Ciddiyim!) James Hetfield’in muhteşem karizmatik sesi, kendine has “Yeaaaahhh” bağırışları kulak zarımda inlerken, kulak çekicim Lars Ulrich’in bagetlerine ve kulak örsüm baterisine dönüşmüş her bir vuruşu beynime kazırcasına vuruyordu. Hayatımın arka planında sürekli o vardı: Metallica…

Metallica 1999 İstanbul Konseri

Ve gelelim tekrar yazının başında belirttiğim tarihe, yani 1999 yılı başlarına. Yıl sonunda bana mikrofon uzatsalar ve “1999 yılını tek bir kelime ile özetler misiniz?” diye sorsalardı vereceğim tek cevap şuydu: METALLICA!

O zamanlar internet ülkemizde emeklemiyor bile sürünüyor. Öyle Youtube’u açayım da biraz klip izleyeyim, müzik dinleyeyim gibi lükslerimiz yok. O dönemler rock ve metal gruplarının kliplerini izleyebileceğiniz sınırlı sayıdaki mecralardan biri de Güven Erkin Erkal Beyin yani memleketin heavy metal müzik neferlerinin başında gelen bu abimizin sunduğu, ülkemin televizyonlarında rock ve metal müzik dinleyip, kliplerini izleyebileceğiniz iki programdan biriydi. (Diğeri TRT 2’de Şener Yıldız’ın sunduğu Rock Market programıydı). Haftada bir yayınlanan bu programı iple çekerdim. Yeni klipler izleyeceğim, yeni gruplar keşfedeceğim heyecanıyla geçerdim televizyonun karşısına. Bir gün yine bu programı izlemek için geçtim televizyonun karşısına. Heyecanla bekliyorum klip bombardımanını. Programın jeneriği bitti ve Güven Erkin Erkal ekranda gözüktü. Kurduğu cümlenin detayını tam hatırlayamaıyorum ancak tek duyduğum şey konuşmasının sonunda “Metallica, Haziran ayında İstanbul’da konser verecek” demesi oldu. Evet Metallica 6 yıl aradan sonra Türkiye’deki ikinci konserini vermek üzere Haziran ayında İstanbul’a gelecekti. Yerimden fırlayışım, tepinişim, bir müddet kafa salladıktan sonra telefona koşturup arkadaşımı arayıp “duydun mu haberi” diye soruşum hala bir film karesi gibi gözlerimin önünde.

Aman Allahım! O nasıl bir mutluluktu anlatamam. Metallica Türkiye’ye konser vermeye geliyor. Düşünün 17 yaşında bir genç; odasının tüm duvarları Metallica posterleri ile kaplı, kış boyu giydiği bütün sweatshirtleri Metallica baskılı, beyninde mütemadiyen Metallica çalan, şarkı sözlerini beginner seviyesindeki İngilizcesiyle yalayıp yutmuş bir genç ve Metallica onun ülkesine konser vermeye geliyor. Size yemin ederim o gazla ben İzmir’den İstanbul’a koşarak giderdim o konsere. O an hayatımın en mutlu anıydı ancak ondan 6 ay sonra hayatımın en mutlu anı güncellenecekt, o genç 13 Haziran 1999 günü Metallica’yı, şimdi var olmayan Ali Sami Yen Stadında canlı canlı izleyecekti.

Ondan sonraki altı ay yine dershaneye git, Metallica dinle, ebeveyninle kavga et, Metallica dinle, biraz ders çalış, Metallica dinle, hatta ders çalışırken bile Metallica dinle, bilgisayar oyunu oynarken Metallica dinle şeklinde geçti. Hayatım sanki bir sarkacın iki ucuydu ve bu sarkacın bir ucu Metallica diğer ucu da diğerleriydi. Ve ben bu iki uç arasında salına salına geçirdim o altı ayı. Tabii konser biletleri satışa çıkar çıkmaz gidip bileti almıştım. Konserden bir hafta önce ÖSS sınavına girdim. Nasıl geçtiği umurumda bile değildi. Önemli olan geçmesiydi. Sarkacın diğer ucunda büyük bir hafifleme vardı. Ve önümde sabırsızlıktan nasıl geçireceğimi bilemediğim bir hafta vardı. Tabi ki yine en yakın dostum Metallica ile geçti.

Konser biletlerini satın aldığım yılların emektar dükkanı Stüdyo Ümit konsere gidecekler için İzmir’den İstanbul’a otobüs tutmuştu. Otobüs biletlerini de konser biletleri ile birlikte almıştım. 12 Haziran Cumartesi akşamı bir grup metalci insan Cumhuriyet Meydanı’nda toplanmış bizleri İstanbul’a götürecek olan otobüsü bekliyorduk. Yolculuk harikaydı, otobüste sürekli metal müzik çalıyordu. “Şu grubu biliyor musun?”, bu şarkıyı bir dinlesene” minvalinde sohbetlerle İstanbul’a varmıştık.

İstanbul’a hayatımda 8 yaşımdan sonra ikinci kez gidiyordum ve nasıl bir yerde olduğuma dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Kapılar açılana kadar stadyumun etrafında zaman geçirmiştik. İkindi vakti kapılar açılmış ve biz büyük bir itiş kakış sonucu stadyuma girmiştik. Konseri saha içinden izleyecektik; tribünde olmak istememiştim. Sıcak bir gündü ve saha içinde tek bir gölge yer bile yoktu. Güneş etkisini yitirene kadar akşama kadar güneşin altında bekleyecektik ama hiç sorun değildi. Ne de olsa Metallica’yı izleyecektik.

Öncesinde grupları doğal olarak kimse beğenmedi, çünkü onlar Metallica’nın ön grubu olabilecek kaliteli gruplar değildi! Doğal olarak kafalarına pet şişe yağdı.

Ve artık o an yavaş yavaş geliyordu. Güneş batmış, hava artık iyice kararmıştı. Hoparlörlerden dinletilen, muhtelif rock klasikleri ile zamanın geçmesini bekliyorduk ama geçmek bilmiyordu o zaman. Kalbimin atış hızı git gide andanteden prestoya gelmişti. Ve işte o an: Stadyumun tüm ışıkları birden kapandı. Ortalık zifiri karanlığa gömülmüştü. Arkadaşımla birbirimizin eline yapıştık o karanlıkta ve kalabalıkta birbirimizi kaybetmeyelim diye. Koca bir stadyum dolusu insan tek yürek ve tek vücut olmuş birazdan olacakları beklemeye başlamıştı. Sanki toplama kampına götürülmeye hazırlanılmış bir grup insandık ve başımıza neler geleceğini bilmeden büyük bir heyecanla orda öylece duruyorduk. O kutsal karanlığın içinde. İnanın kalbimin hala herhangi bir şey için o kadar hızlı ve heyecanla attığı başka bir an hatırlamıyorum. 17 Yaşında içi tamamen Metallica aşkı ile dolu olan bir kalp. Ve birden o kutsal ses, James Hetfield’ın o karizmatik sesi hoparlörlerden tanrının bir emriymişçesine yankılandı: “SO FUCKING WHAT”

Ve o andan sonra stadyumun tüm ışıkları James Hetfield’ın gitarı ile birden yandı. So What ile girmişlerdi konsere. Saha içindeki herkes sahneye doğru sanki büyük bir ordunun askerleriymişçesine hızla koşturmaya başladı. Yanımdaki arkadaşımla beni görmeliydiniz; el ele tutuşmuş, yüzlerinde yaşadıkları büyük mutluluktan ötürü kocaman bir gülümseme, kalpleri heyecandan 200 bpm metronom ile atan iki genç sahneye doğru hayatlarının o ana kadarki en anlamlı koşusunu yapıyor.

Baylar ve Bayanlar; kelimeler, o andan itibaren yaşadığım heyecanı ve mutluluğu anlatmaya muktedir değil. Şöyle düşünün: Birisine çılgıncasına, platonik bir şekilde aşıksınız. Kalbiniz uyumadığınız her an heyecandan deli gibi atıyor. En sevdiğiniz yemekleri bile midenizde uçuşan kelebekler yüzünden yiyemiyorsunuz. Her an aklınızda o kişi var ve aşktan gözünüz dönmüş, uyuşmuş bir halde ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. O kişinin sizin varlığınızdan haberi bile yok ama. Hepimiz hayatımızda en az bir kere olsun böyle aşık olmuşuzdur. Benim yaşadığım o an, o platonik aşkımın benden haberdar olmasını, benimle konuşmasını geçin benimle sevişmesi gibiydi. Düşünebiliyor musunuz? Sizle konuşmayı geçin, sizin varlığınızdan haberi bile olmayacağını bildiğiniz o platonik aşkınız sizinle sevişiyor. O gün o konserden sonra içtiğim sigara hayatımda içtiğim en güzel sigaraydı.

Bu hatıram bana hep şunu hatırlatır: İnsanın hayalini kurduğu bir şeyi gerçekleştirmesi kendisini en iyi şekilde tanımladığı alan oluyor. İnsan kendisini o an var ediyor. O anda yaşanılan tatmin duygusunu hiçbir şeyle değiştirmeyi istememe hali ile kişiye hayatta manevi şeylere değer vermenin aslında en önemlisi olduğu bilincini veriyor. Şimdi lütfen gidin ve hayallerinizi tekrar gözden geçirin. Eğer herhangi bir hayaliniz yoksa lütfen hemen bir tane kurmaya başlayın. Öyle çok büyük şeylere gerek yok. Çünkü hayalin büyüğü ve küçüğü yok. Kendinizi her an var edebilmek, kendinizi gerçekleştirmek için hayatınızın her döneminde en az bir hayaliniz olsun lütfen.

Yazar Asil Akçakaya

Sevmese de Mali Müşavirlik yapar ama onun asıl sevdiği davul çalmak, okumak ve yoga yapmaktır. Yogayı yalnız başına yapmaz başkalarına da öğretir.

Diğer yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir