Yarısı yıkılmış bir duvarda kendinden önceki cümlenin anlamını bir anda hiçleştirmiş yıkıntının altında kalan kelimeler gibiyim.
“Sen oysa capacanlısın sev…”
Yazacak bir şey bulamayan ayyaş bir sokak serserisinin esrarının çarşafına döktüğü birkaç kelimeyi hırsla ciğerlerine çekerken sararmış gözlerini omuzlarıma dikip savurduğu küfürleri kucaklayıp gidiyorum her zamanki boşluğuma. Önünden geçtiğim dükkanların kapı altlarından yalnız insanların sesleri düşmekte ayak uçlarıma. Çoğunun üzerine basıp geçiyorum, acıdıklarımı kenara itekliyorum ayakkabımın boyası çıkmış yanıyla. Sırtına çocuğunu sarmış bir çingene kadın geçiyor caddenin karşısından, durup onları izliyorum. Çıplak kapkara iki ayağın sallanışını. Ceketime iyice sarınıyorum. Çocuğun yerine üşüyorum zangır zangır. Yüzümü ayaklar altına alıp kaçar adım uzaklaşıyorum tüm çıplak ayaklı çingene çocuklardan. Mavi ışıklı rakamlarla çalışan şehir içi minibüsüne el kaldırıyorum can havliyle, içeride hep isimlerini bilmediğim aynı tanıdık yüzler. Aklıma kuşları getiriyorum hemen mavi, kocaman kanatları olan kuşları. Uçuşuyorlar korkularımın üzerinde. En arkaya gidip bir insanın sığamadığı koltuklardan birine oturmaya çalışıyorum. O kadar yalnız o kadar kimsesizim ki ben o koltuğa sığıyorum. Hepimizin nefesi birbirine karışmış camlarda buğu oluşturuyor. Bir tek minibüsün şoförü görebiliyor dünyayı. Parmağımı uzatıp cama koyuyorum, ilkokulda yaptığım çiçeklerden çiziyorum. Artık dünyaya bir çiçeğin yapraklarından bakabiliyorum sevgilim. Yağmur çiselemeye başlıyor, camdan kayıp giden su taneciklerine dalıp gidiyorum izlerken.
Şu an burada olmamalıydım biliyorum. Senin yanında da olmamalıyım. Hepsi birer tercihten ibaret. Yorgunum. Hiç bilmediğim bir sokak ağzında inmek istediğimi söylüyorum şoföre. Dikiz aynasına astığı gözleriyle bakıyor bana. Yolun tam ortasında yeşil bir türbe var ve sonrasında ilerleyen iki ayrı sokak. Sola yöneliyorum, kaldırım yok. Uzunca tek parça bir duvar yürüdükçe bütünlüğünü kaybetmeden ilerliyor. Uzanıp dokunuyorum duvara, parmak uçlarım kırmızı kiremit tozuna bulanıyor. Bir limon dalı sarkmış duvarı aşıp, başımı eğerek geçiyorum dalın altından. Ayaklarımda belirgin bir ağrının biriktiğini hissediyorum. Yürümek zor geliyor adım attıkça. Hem hastayım hem yorgun. Ulaşmam gereken hiçbir yerin olmadığını düşünüp duruyorum. Ağır hareketlerle kaldırıma oturuyorum. Sokağın türbenin arkasından sonra birleşip tek olduğunu düşünüyordum. Yürürken fark ediyorum ki bambaşka tarafa ilerleyen bir kol bu.
Uyanıyorum. Dirseklerimin üzerinde durup odaya bakıyorum. Şakağımdan bir ter damlası hızlıca akıp çene kemiğimden yatağa damlıyor. Camı ve perdeyi aşıp odanın içine dolan gün ışığı ince bir çizgi olarak odanın içini katedip duvara yansıyor. Sol omzumun üstüne dönüp yatmaya devam ediyorum tekrar. Gözlerimi kapattığım anda türbenin önünde buluyorum kendimi. İri iri açıyorum yaşadığım şeyden korkarak kirli sarı, pütürlü duvara gözlerimi. Kırpmaya korkuyorum. Yere düşmüş kağıt parçasına bakıyorum göz ucuyla. Bir numara yazılı sadece, ne isim var ne de başka bir şey. Bunu ne zaman yazdığımı düşünüyorum ama olmuyor, hatırlayamıyorum. Yazım yabancı geliyor bana. Doğrulup odadan çıkıyorum. Avuçlarımın içerisine dolan soğuk suyu yüzüme vurduğumda açılmaya başlıyor dünyanın kendi rengi. Mutfağa gidiyorum, pencerenin kenarına bıraktığın kültablasının yanına oturup yarım bıraktığın izmaritle konuşmaya başlıyorum.
“Günaydın sevgilim, erken kalkmışsın”.