Kategoriler
Düşünce

Çocukluğumuzda bıraktığımız mutluluk

Okurken dinleyin;

Çocukluğumla ilgili öyle aman aman anlatacağım bir hikaye yok. Yani güzel hikayelerim var elbette ama öyle sıra dışı hikayeler değil hiçbiri.

O yıllarımı geçirdiğim ve birçok insanın yaşamak isteyeceği Kuşadası henüz milyonlarca beton yığını ile kirletilmemişken, denize girilebilir ve hatta su yuttuğunuzda “koli basili kapar mıyım acaba?” diye korkmayıp aksine kendinizle ya da arkadaşınızla dalga geçtiğiniz yıllardı. Dünyanın büyük değişim yaşadığı, farklı kültürlerin birbirine dokunmaya başladığı ancak yine de günümüzdeki kadar sevimsiz olmadığı dönemdi. Yakın bir zaman önce, halkın zaten deneyimli olduğu askeri darbelere bir yenisi daha eklenmiş ve etkileri devam ediyordu.

Herkesin evinde hemen hemen aynı ya da benzer eşyaların olduğu, nispeten yokluk çekilen yıllardı o yıllar. Dünya’nın hızlı değişiminin başladığı zamanlardı fakat bu değişimin olumlu etkileri bize ancak Almanya’dan dayımız eşliğinde gelebiliyordu. O yıllardan itibaren teknolojiye merak salmışlığım zirvede değilse de en çok sahip olmak istediğim şey bir bilgisayardı ve başka birçok çocuğun aksine doktor değil bilgisayar mühendisi olmak istiyordum. Babamın, hele ki o yıllarda, bana bilgisayar alabilecek parası yoktu ama elinden gelenin en iyisini yapardı bizim için. Ancak bilgisayar çok pahalıydı, herkesin alabileceği bir şey değildi.

Sünnet olduğum yıl İtalya’daki dünya kupası turnuvasına denk gelmişti. Dolayısıyla sünnetin üzerimde yarattığı geçici tedirginliği bir kenara bırakırsak eğlenceli bir yazdı. Sünnet olacağım gün beni atla gezdirdiler. Nasıl da karizmatiktim. Caddelerde at ile gezerken herkesin özellikle yaşıtlarının sana hayranlıkla bakması inanılır gibi değildi. O ruh halimi düşündüğümde gerçekten benim yerimde olmak isterler miydi onu bilmiyorum açıkçası. Ancak at ile gezerken arkamdan uzun bir konvoyun korna çalarak beni takip ediyor olması da ayrı bir gururdu. Önemliydim. Herkes benim sünnet olmamı kutluyordu. Beni göklere çıkarıyorlardı çünkü erkek oluyordum artık!

Konvoy ile birlikte sünnetimin gerçekleştirileceği anneannemin büyük bahçeli evine geldiğimizde adet gereği benim attan inmeyip seçeceğim bir ya da birkaç kişiden bir hediye istemem ve ancak onu vermeleri ya da vermeye söz vermeleri halinde attan inmem gerekiyordu. Ben de o bilgisayar aşkıyla beraber amcalarımdan birini yanıma çağırıp ondan bir bilgisayar istedim. O da söz verdi.

Bir süre geçtikten sonra bir gün amcam bizim eve geldi. Kapıyı açtığımızda elinde tuttuğu üçgen şeklindeki bir oyuncağı bana uzatıp “bu da bilgisayar yerine geçer değil mi” dedi çirkin bir şekilde sırıtarak. Bilgisayar yerine bana elde oynanabilen bir araba yarışı oyunu almıştı (tetris gibi bir şey ama o bile değil). Ben de onu gördüğümde çok sevinip teşekkür etmiştim. İçinde sadece bir adet araba yarışı vardı ki bu oyunda arabalar gitmiyor yol geri geliyor ve siz de diğer arabaları onlara çarpmadan sağa sola giderek geçmeye çalışıyordunuz. Yani velhasıl benim bilgisayar! ile tanışmam böyle oldu.

Sonraki yıllarda düşündüğümde bu olayın aslında beni ne kadar üzmüş olması gerektiği gelip aklımın bir köşesini meşgul etmiştir hep. Çocuk aklımla o anda sahip olduğum şeyi tüm masumiyetimle kabullenip sevmek ve o anı yaşayabilmek, onun tadını çıkarabilmek çok kolay olmuştu belki de benim için. Ama doğru olanın ne olduğunu da düşündüğümde işin içinden çıkamayabiliyorum bazen. Yani istemsizce o anın tadını çıkarıp mutlu olmakla iyi mi etmiştim bilemiyorum. Yetişkin olduktan sonra günbegün çocukluğumuzu daha fazla özlüyoruz. Dünyayı tanıdıkça, öğrenip yaşadıkça, masumiyetimiz azalıyor ve o masum anlarımızı özlüyoruz doğal olarak. Her daim anı yaşamaktan dem vuruyoruz cümle aralarında ama gerçek anlamda hiçbirimiz anı yaşayamıyor. Mesela hepimiz bilgisayar istiyoruz ama o bilgisayara sahip olduğumuzdan kısa süre sonra o bilgisayardan bile sıkılıp daha fazlasını istiyor ve yine mutlu olamıyoruz. Bırakın bilgisayar yerine araba yarışına sahip olmayı. Sadece isteyebiliyoruz artık. Azla yetinmeyi, anı yaşamayı, mutlu olmayı çocukluğumuzda bırakıyoruz hepimiz.

Her yaşın ayrı güzelliği var derler. Tabii ki de güzellikleri olduğu kadar acıları da kötülükleri de bir parçasıdır hayatın. Yaşamı özel kılan da odur. Kötü olmazsa iyi de olmaz vesaire.. Ancak ben hiç bir zaman hiç bir şekilde ve yer yüzünde yaşayan hiçbir insanın çocukluğundaki mutluluğu yakalayabileceğine inanmıyorum, inanamıyorum. Onu nerede kaybediyoruz, herkes aynı yaşta mı kaybediyor, bunun eşiği nedir ya da neresidir, bilemiyorum. Ancak bir noktadan sonra ellerimizden o saf mutluluğun kayıp gitmesi neredeyse kesin.

Basit bir internet aramasıyla açlığın, yokluğun kol gezdiği Afrika ülkelerindeki ya da başka geri kalmış birçok ülkedeki çocukların fotoğraflarına, arama kriterlerine “gülen çocuklar”ı da ekleyerek bakınca şaşırıyoruz neden bu kadar mutlular diye. Refah düzeyi çok yüksek olan ülkelerdeki çocukların mutlu olması en azından beklenen bir durum ancak açlık ve pisliğin içindeki çocukların en az onlar kadar mutlu olması (belki de daha fazla) ancak masumiyetle, farkında olmamakla mı açıklanır bilemiyorum. Aynı örneği iki yetişkin üzerinden okursak aynı sonuçla karşılaşmayacağımıza emin olabilirsiniz. Açlık ve yokluk içinde boğulan bir yetişkin mutluluktan uçabiliyorsa en azından hayat kavramını çözmüş ve aydınlanma yaşamıştır diye düşünüyorum.

Klasiktir, herkes çocukken büyümek, büyüdüğünde de çocukluğuna dönmek ister. Ancak çocukların bir an önce büyüme isteği henüz gelişimlerini tamamlamadıkları için elle tutulur bir bilinçle gerçekleşen bir istek değildir. Bunun yanında yetişkinler tamamen hayatın gerçekleriyle yüzleşmiş, masumiyetini kaybetmiştir ve tam anlamıyla bilinçli bir şekilde çocukluklarına dönmek ister. Çünkü belki de iyi niyetin, güzelliğin, doyumun, eğlencenin, mutluluğun orada olduğuna inanırlar. Çocukluğunu fakirlik içerisinde geçirmiş olan ve daha sonra çok zengin olmuş ve (maddi olarak) istediği her şeye sahip olan biri bile o fakir çocuğa geri dönmek isteyebilir. Çünkü o gerçektir.

İşte hepimiz belki de bu gerçek olmayanın rahatsızlığını duyuyoruz ve kaçamadığımız için de içerisinde boğulup, yoğrulup gidiyoruz. Kabullenme eşiğimiz bizim yaşam kalitemize etki ediyor. Sahte hayatlar, sahte insanlar, güvensizlik, kötülük vesaire.. hepsinin farkındayız ve bu farkındalık bizi üzüyor. İşin ilginci kimse sütten çıkmış ak kaşık değil, herkes yalan söyleyebiliyor, herkes kötülük yapabiliyor. İyi insanlar bile!

Neticede çocuk olmak güzel ancak gidip de bir çocuğa “bak bu günlerinin kıymetini iyi bil, tadını çıkar ki ileride bu günlerini arayacaksın” demekle de olmaz ki! Bir çocuk iyisiyle kötüsüyle yaşadığı o çocukluğu zaten özleyecek. Bunun için bir şey yapmaya gerek yok. Dedim ya açlıkla boğuşan çocukların bile yüzü gülebiliyor.

Velhasıl mutlu değiliz azizim. Mutlu olmak beklentilerle alakalıdır ve tabii ki kendi elimizdedir. Mutlu olabiliyoruz zaman zaman. Yetişkinliğe özgü, çocukken yaşayamayacağımız mutluluklar da var elbette. Ama o saf mutluluk, kazıklandığını bile bile bilgisayar yerine eline tutuşturulan araba yarışlı oyuncağın verdiği mutluluk, yetişkin olduktan sonra hayatının hiçbir döneminde elde edemeyeceğin mutluluktur.

Yazar Dinçer Başdemir

Kitapları, müziği, teknolojiyi, fotoğraf çekmeyi, hayvanları, bilimi, ailesini ve dostlarını çok sever. Çok düşünür ama boş düşünür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir